BİRİNCİ BÖLÜM

Zaman güneşi, seyrine devam eder. Mutluluk ve keder, içinde saklıdır. Yolun kenarında; bir, bir buçuk metre aşağıda, bir mekan vardır. İncir ağaçlarından ötürü, farketmek mümkün değildir. Loş ve derme çatma mekana, İncir Altı adını verdim. Buranın müdavimleri bellidir. Genellikle ya oyun oynarlar ya da birbirleriyle sohbet ederler. Oyun masası kurduklarında herkes beş lira para öder. Oyun boyunca masaya çay gelir. Oyun oynamayanlar ise çaylarının parasını ayrı öderlerdi.

Medeniyeti takip etmek gerekir. Medeni hat, her zaman için makbuldür. Günümüzde mobil telefonlar ve aplikeler yaygındır. Bir şekilde uyum içinde olmalıyız. Yirminci yüzyılın sonunda işletim sistemleri bulundu. Yirmi birinci yüzyılın başında ise internet egemen oldu. Masaüstü bir bilgisayarım var. Düşünürken şu sonuca vardım. Masaüstü bilgisayarın medeni hali ne idi, acaba? Buldum. İşletim sistemi olarak kullanmak, interneti diğer teknolojilerle takip etmek. Evde ofisim oldu. Masrafa gerek yok. Aynı zamanda, matbaam da oldu. Çok mutluyum. İnsan eşyalarının kıymetini bilmelidir. Gerisi hikaye vesselam. Medeni çizgiyi iyi tetkik etmek gerekir. Kaldıramayacağımız yükün altına, girmemek lazımdır.
Oyun, kuralsız olmaz. Oyunu Bizans oynadığına göre, en fazla kuralı, Bizans bilir. Kardinal külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim. Türkler, İstanbul'u fethetti. Bizans'ın isteğide böylece yerine gelmiş oldu. Sizce, Bizans, doğru bir karar mı verdi? Kardinal külahından memnun değil olsa gerek, böyle bir tercihi dillendirmiştir. Ayan beyan açık olan ise dördüncü Haçlı seferinde katoliklerin İstanbul'u yağlamasıdır. Ayan beyan açık olan bir diğer husus ise Türklerin fethi ile din ve vicdan özgürlüğünün gelmesidir.
Bir matbaam oldu. Medeni bir matbaa. Neden medeni, dediğinizi duyar gibiyim. Belki, Bergama'lıların ve İskenderiye'nin kütüphanelerindeki gibi değildir. Seri harflerle basım yapan Gutenberg'in matbaasına kadar Bergama'lıların ve İskenderiye'nin matbaaları medeni idi. Parşömen kağıdına ve papirüse yazılan eserler, çok sayfalı değildi. Gutenberg ile sayfalarca kitap, çoğaltılarak basılabilir oldu. Yakın zamana kadar matbaa böyle idi. Bundan sonra ise online internet ortamına taşınmıştır. Yazdığınız eseri, yayınlar yayınlamaz, milyarlarca kişiye ulaştırabilir misiniz? Online internet ortamında mümkün. Medeni kazançları, göz ardı etmeyelim.

İKİNCİ BÖLÜM

Tabiat yeniden canlanmaya başladı. Yaprakların serpilip yeşermesi, doğanın hareketlendiğini gösterir. Bahar geldi, hoş geldi. Leylaklar, beyaz çiçeklerini açtı. Üzüm salkımı gibi eşsiz bir görselliği sahneliyor.

İncir Altı, leylak delikanlısına da mesken durumundadır. Esasında leylak, sıcak iklimlerin doğasına uygundur. Kar örtüsünden kurtularak, serpilen yörenin leylakları, gerçek bir görselliği bahşediyor. Bu leylakta farklı olan, yüksek rakımlarda da var olduğunu göstermesidir. Matbaanın önüne, leylak sipariş ettim. Tam dokuz tane idi. Eflatun renginde çiçekler açtı. Çok mutlu oldum. Fakat saksılarda tuttuğum için verim alamadım. Velhasıl, leylak güzel ağaçtır. Zambaklar kadar fazla olmasa da, tek tük leylak ağaçları, paha biçilmezdir.

Zaman güneşi, günün ilk saatleri ile İncir Altı'nda da işlemeye devam eder. Sabahın havadisleri, memlekette yaşanan olaylar ve esnafın sorunları konuşulur. Her gün, bıkmadan tekrarlanan sohbetler, müdavimler arasında çeşitli bağların kurulmasına vesile olur. Stüdyodan arta kalan zamanlarda ve bazen sabahın ilk saatlerinde bu sohbetlere bende katıldım. Matbaa diye tanımladığım mekana, stüdyo ifadesini de kullanmaktayım. Çünkü, kayıt işlemleri de yapıyordum. Fakat, bir türlü işin içinden çıkamadım. Stüdyoda kayıt yapabilmek, epey zordu. Tam teşekküllü yapılar bile kayıt ve yayıncılıkta zorlanıyordu. Ekonomik olacakta kolay değildi. Özellikle kira parası ağır gelmeye başlamıştı. Şu anda yayıncılık işlerini sürdürüyorum. Her zorluğun bir kolaylığı vardır. Bir unsur kolaylaştı mı atmamak gerekir. Ben de bu düşünceler içinde, online platformlarda yayıncılığa devam etmekteyim. Bütün bunları niye yazıyorsun, diye düşünebilirsiniz. Fakat yazma ile laf aynı değildir. Mesela lafla tarih yazamazsınız. Fakat kayıt altına alınmış kaynaklardan tarih inşa edebilirsiniz. Yani diğer bir ifade ile lafla peynir gemisi yürümüyor.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İş icabı, bulunduğum bölgeden ayrılmak zorunda kaldım. Bütün planlarım, allak bullak oldu. Stüdyoyu bırakmak zorunda kaldım. İkamet ettiğim daireyi, baştan aşağı tadilat etmiştim. Apartmanın ilk katında, girişte bir daire idi. Duvarlarını beyaza boyattım. Binanın karkasını tam anlamıyla çıkarmıştım. İçine eşyalar koymak istiyordum ki her şey birbirine karıştı. Başka bir yere gitmek zorunda kaldım. Daha sonraki süreçte, ev sahibi evi öğrencilerin istediğini söyledi. Yardımcı olmak gerekir diye belirtti. Bende tamam diyerek, ev sahibinin teklifini kabul ettim. Böylece stüdyodan sonra evde, elimden çıkmış oldu. Asıl darbeyi ise kredilerden yedim. İncir Altı'na takılan esnaflardan genç bir delikanlı, elinde para olduğunu, yarın teslim etmek üzere bana nakit para verebilir misin, dedi. Bende, para var, fakat kira ve kredi parası diye ekledim. Yarın mutlaka iade etmen gerekiyor, dedim. Tamam, diyerek parayı aldı. Hülasa, ertesi gün ödemedi. Bende nakitsiz kaldığım için mağdur oldum. Hemen bankalara dilekçe yazarak, borçlarımın maaşımdan tahsil edilmesini belirttim. Tam yedi yıla yakın sürede, maaşımın üçte biri kesilerek ödedim. Fakat ödeme işlemine hiç müdahale etmedim. Zorda olsa böylece ödemede sıkıntıya düşmedim. İncir Altı'nda böyle bir macerada yaşamış oldum. Evdeki hesap, çarşıya hiç uymadı.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Emekli olunca köye yerleşeceğim. Büyük şehir stresi, tüm hayatımı alt üst ediyor. Çok çalışmaktan olsa gerek her şey birbirine karışıyor. Bir yıl önce deniz kenarında, küçük bir şehirde yaşıyordum. Devlet işinde çalışıyor ve memleketimden uzakta kalıyordum. Bu dönem zarfında, yaşadığım şehir, bölgeyi tanımama imkân verdi. Voyalande!

Bölgede irili ufaklı adalar vardı. Yedi ada, ticaret kolonisi olarak çalışıyordu. Her ada, farklı farklı işlerle iştigal ediyordu. Teknelerle ulaşım sağlanıyordu. Eskişehir, adalara yakın, dalgaların kıyıya vurduğu, sahilde, yer alıyordu. Şu anda Voyalande de değilim. Burada bulunduğum süre zarfında yazarlık çalışmalarımı devam ettirdim. Hayal gücümü zorladım. Bölgenin mazisi çalışmayı oluşturmamda yardımcı oldu. Kolonizasyon faaliyetleri, temel karakter oluşturdu. Eyalet sistemini ilk kez uygulayan topluluğun burası olduğunu öğrendim.

Deniz kenarında, Olimpos Dağı'nın kıyısında, denizcilerin mekân tuttuğu belde, geleneksel izler taşıyordu. Burada her yıl şenlikler düzenlenir ve folklor kıyafetleri giyilirdi. Tüm koloniler, farklı kültürel yapıları ile çeşitlilik arz ederdi. Damse, Semda, Fasel, İsse, Sesla, İmsel ve Adse başlıca kolonileri oluşturmaktaydı.

Eskişehir, denizin içeri uzandığı koyda yer alırdı. Güneşin doğuşuyla birlikte gün başlar ve yoğun temposu ile devam ederdi. Buraya neden Eskişehir demişlerdi? Koloniler kurulmadan önce insanlar, Eskişehir dediğimiz beldede ikamet ediyordu. Kolonilerin kurulmasıyla birlikte, birtakım sakinler adalara yerleşti. Fakirliğin insanın başına ne belalar açabileceğini tahmin edebilen var mı? Birçok kişi cevap vermekte zorlanabilir. Fakat bir düştüğü çukura bir daha düşmez, insan. Akıllıdır, düşüncelidir, bilgilidir. Eskişehir'in insanı zengindir ve fakirliğin ne demek olduğunu da gayet iyi bilmektedir. İnsanlarla sohbet ederseniz, zenginliği fark etmek güç olmaz. Zenginlik, kitap ile olur. Bir insanda ne kadar çok kitap varsa o kadar gani demektir.

Tarihin sayfaları herkese açıktır. Yaşanmışlıklar belde ve bölgelerin dokusuna işler ve karakter oluşturur. Hasır Köşk işte böyle bir yerdir. Sadedir ve bir o kadarda ihtişamlıdır. Eskişehir'in izlerine Hasır Köşk'ten bahsederek başlasak isabetli bir karar vermiş oluruz. Hemen kıyıda, kentin çarşısına yakın, denizi panoramik şekilde izleyebileceğiniz sembolik bir mimaridir. Hasırdan yapılma mekân sağlam ve estetiktir.

Hasır Köşk, kolonilerin toplantılarının yapıldığı en önemli meclistir. Eskişehir ve koloniler önemli kararlarını burada alır. Köşkten çıkan kararlar, herkes için bağlayıcıdır. Evler, iki katlı ve ahşap balkonludur. Yollarında özenle seçilmiş taşlar kullanılmıştır. Sokaklar, bu taşlar sayesinde eşsiz bir güzellik bahşeder.

BEŞİNCİ BÖLÜM

Limanda bekliyorum. Uygun fiyata bir otel olduğunu öğrendim. Otelci, balıkçılık yapıyormuş. Balıkçı tekneleri, limanın belli bir bölgesinde toplanmış. Otelciyi bulup, konuşmak istiyorum. Bu düşünceler içindeyken, yanıma biri yaklaştı.

- Burada ne yapıyorsunuz, diye sordu.

- Kalacak yer arıyorum, dedim.

- Yardımcı olabilirim, dedi.

- Memnun olurum, diyerek karşılık verdim.

- Yeşilköy'de dayalı döşeli bir ev var, dedi.

Otelde kalmak istiyordum, fakat dayalı döşeli ev olunca, düşünmeye karar verdim. Ayrıca, evin bahçesi de vardı. Burada, çalışmak durumundaydım. Mesai saatleri dışında, fide yetiştirme fikrim, oluştu. Durum benim için cazip hale geldi. Ev sahibiyle görüşmeye karar verdim.

Bana yardımcı olan kişi, Servet Bey idi. Bir restoran işletiyordu. Servet Bey, ev sahibini aradı. Kira fiyatını öğrendim ve pazarlık yaparak anlaştım. Böylece konut sorununu çözmüş oldum.

İnsanlar tarımla uğraşıyordu. Sebzecilik yaygındı. Gül yetiştirmeye karar verdim. Komşulardan gül filizi aldım ve bahçeye diktim. İş için merkeze gidiyor, kalan zamanlarımda, fidelerle uğraşıyordum. Benim için keyifli bir uğraş oldu. Evde tek kalıyordum. Kahvede otururken, geçen seneden tanıdığım, bir inşaat ustası isabet etti. Ne ile uğraştığını sordum. Kalacak yeri olmadığını söyledi. Ben de birlikte kalabiliriz, dedim. Evde boş oda vardı. Bir odaya da o yerleşti ve böylece yalnızlığım azalmış oldu. Ustanın adı Fatih idi. İnşaat işleri alıyor ve çalışıyordu. Bu arada kahvede, çevrem oluşmuştu. Servet Bey, kahveye geliyor. Böylece diyalogumuz sürüyordu.

Fideler yetişmeye başladı. Kap sipariş ettim ve yetişenleri istifledim. Fidecilik benim için vazgeçilmezdi. Kahvede bana yardımcı olması için pejmürde bir adamla tanıştım. Fidelerin bakımında yardımcı olabileceğini söyledi. Böylece hem işime gidiyordum hem de fideler yetişmeye devam ediyordu.

Üçte bereket vardır. Böylece üç kişi ile tanışmış ve merhaba etmeye başlamıştım. Yeşilköy benim için keyifli olmuştu. Üç selam, çevreye adapte olmamda kolaylık sağlamıştı.

ALTINCI BÖLÜM

Yaz boyunca kuruyan topraklar, kasım yağmurlarıyla yeşermeye başladı. Börtü böcek ve bitkiler tekrar canlandı. Gür dallarını göstermeye başladı. Sahil ikliminin kışları, yumuşak ve ılımandır. İnsanı yormaz. Dinlendiricidir. Sahilin yağmurları, boşa yağmaz ya toprağı besler ya da denize akar. Daside, deniz kıyısında bir seyir terasıdır. Uçsuz bucaksız deniz iklimine bakar. Sahil, insanı düzenler. Hayatın karmaşası, ritmini bulur. Eşsiz bir iklimdir, bu müzik. Armoni, insanların sesleri; ritim, düzenli ses dizgeleri; melodi ise güzel bir döngüdür. Roman, yaşanmış ya da yaşanması mümkün olan olayları anlatır. Lucianus; tarihi, romana benzetmiştir. Bence Lucianus, haklı. Roman ve tarih arasında ortak noktalar vardır. Her ikisi de olay üzerine şekillenir.

Özgür insan olmak için neler yapılabilir? Her alanın bir özgürlük dairesi vardır. Önemli olan özgürlüklerimizi daraltmamaktır. Tarih boyunca milletler özgürlüklerinin peşinde koşmuştur. Düşünüyorum; binalarımızın, evlerimizin, paramızın kölesi oluyoruz. Hayat, özgür yaşanmalıdır. İnsan bu duruma tepki gösterebilmektedir. Bu düşünceler içinde bir karar verdim. Dışarıda yaşamak.

Bahar ayının bitiminde, yaz ayına girdiğimiz günler, benim için müsait oldu. Fikrimi uygulamak için epey düşündüm. Dışarıda yaşamanın da birtakım kuralları vardır. Kurallar, özgürlüğümüzün anahtarıdır. Özgürlük kavramı, kurallar silsilesini önümüze serer. Kuralsız bir özgürlük boyunduruk altına girmektir. Özgürlüğün tabiatına aykırıdır. Neden böyle düşünüyorum? Bir sene önceydi, adım özgür, fakat ben bir köleyim. Eski taş dönemi olsaydı, böyle bir ifadeye gerek kalmazdı. İnsani ilişkiler yeterli olabilirdi. Dışarıda kalmak için kendimde cesaret buldum. Yaşadığım bölgenin kamplarla dolu alanında uygun bir yer aradım. Burası plajı olan bir deniz kenarıydı. İçimde korku dolu bir telaş vardı. Fakat sahil insanı, özgür ruhludur. İçimdeki tedirginliğe rağmen bir hoşgörü de egemendi.

Birkaç gün uygun bulduğum mekânda, dışarıda kaldım. Taşlarla çevrili, nispeten düzenli, macera ruhlu ikametgâhı, yağmur damlasına benzettim. Hamak aldım. İki zeytin ağacının dallarına kurdum. Hamakta istirahat ediyordum. İçimdeki ürperti devam etti. Biraz ücra köşe olması tedirginliğimi artırdı. Bir tane muhabbet kuşu ve iki adet kedi yavrusu aldım. Mutlu olmaya başlamıştım. Dışarıdaki tedirginliğim devam ediyordu. Kuş ve kediler, yalnızlığımda ilaç olmuştu. Bu şekilde kamp bölgesinde yaşamayı kabulleniyordum. Fakat birkaç günlük bu macera kısa sürdü. Kardeşim ziyaretime geldi. Benim halimi görünce, tekrar otelde kalmamı telkin etti. Bende kıramadım. Kabul ettim. Böylece kısa süreli özgürlüğüm sona erdi. Elimde bir hatıra kaldı. Yağmur damlası.

Sahilin doğası hırçın değildir. Dışarıda kalma fikrine bu yüzden cesaret ediyorum. Deniz olması, diğer bir avantajıdır. İç denizlerin dalgaları hırçın olmaz. Kıyıları yerleşmeye ve doğal hayata müsaittir. Otelde kalıyorum. Fiyat epey uygun, pahalı bir otelde kalacak kadar, maddiyata sahip değilim. Bulunduğum bölgede uygun fiyata kalabileceğim bir otel. Daha sonraki süreçte bu şekilde birkaç otel daha olduğunu öğrendim. Kentin işçilik hizmetlerini yürüten insanların tercih ettiği bir otel tasarımıydı.

Sahil beldelerinin kamp yerleri meşhurdur. Birçok insan bu kamp yerlerinde deniz ikliminin tadına varmaktadır. Doğal kamp alanları, azımsanmayacak derecede çoktur. Bulunduğum bölgenin temel özelliği de bu şekildedir. Burası büyük bir denizin, kadim izlerini taşımaktadır. İnsanlar su kaynaklarının olduğu yerlere iskân olmuştur. Deniz büyük bir su kütlesidir. Tuzlu ve dinlendiricidir. Burada değerli bitkiler yetişir. Mesela zeytin familyası yaygındır. Zeyd yardım eder. Zeyd'in yardımcılığı, sahil ikliminde gerçek bir yardıma dönüşür.

Doğayı kendi döngüsünde, özgür bırakmak gerekir. Şekillendirilmiş alanlar, bilgi birikimine muhtaçtır. Bilgisiz, erdem olmaz. Sahil insanı için en gerekli malzeme, bilgidir. Çevreyi, doğayı tanımak, sahil insanının ana çalışma alanıdır. Bir gün sahile uğrarsanız, düşünün, hayata bakışınız ve bilginiz artar. İnsan doğası gereği, suya ve toprağa meyillidir. Bu meyil, sahil coğrafyasında da hâkimdir. İnsanı denizin tuzlu suları rahatlatır.

Tarih boyunca insan, deniz iklimini aramıştır. Bulduğu bölgelerde medeniyet inşa etmiştir. Bezirgân Koyu da bu yerlerdendir. Önündeki ada, denize set görevi görür. Bu yüzden dingin bir koydur. Küçük bir limanı ve deniz feneri vardır. Yatlar limana güvenli bir şekilde demirler. Eski bir beldedir. Bezirgân evleriyle liman arasında kamp yeri vardır. Burada kamp yapmak mümkündür. Denizciler kendilerine güvenli koylar aramıştır. Bezirgân koyu da güvenli bir denizci koyudur. Burada incir yetişir. Zeytin yetişir. Defne ağacı da vardır. Dut ağacı yetişir. Liman boyundaki defneler güzel bir manzara yolu oluşturur. Kamp yerindeki taş duvarlar gelişmiş bir peyzaj verir. Bölge de nar, harnup da yetişir. Kendisi de coğrafyası da güzeldir, Bezirgân Koyu'nun.

Liman bölgesinde güzel mekânlar vardır. İç fenerdeki mekânda tereyağı soslu, Jumbo karides tüketebilirsiniz. Farklı bir tat arayanlar için lezzetli olabilir. Limandan yukarı doğru çıktığınızda şato biryan da tüketebilirsiniz. Fiyatı biraz yüksek fakat sinirsiz etin tadına bu menüyle ulaşabilirsiniz. Bezirgân'da dikkati çeken bir diğer dükkân, çeşit çeşit sabunların sergilendiği dükkândır. Burada sabunlar kodlanmış numaralandırılmış. Ben de alışveriş yaptım. Defne sabunu aldım. Mis gibi kokuyor. Özel el yapımı sabunları hiç kullanmadan evinizin bir köşesine de koyabilirsiniz. Sabunu tekrar üreticiye kazandırmış işletmeci. Değerini bilmek lazımdır. Bu şekilde geleneksel üretim metotları, yok olmamalı, yaşatılmalıdır. Çok güzel olmuş. Tasarım ve üretimine kadar emeği geçenleri tebrik etmek gerekir. Hoş bir destine oluşturmuş.

Otelden Bezirgân'a mayıs ayı sonuna kadar servis ile geldim. Önümüzdeki sene, Bezirgân'da kalmayı düşünüyordum. Bundan önceki sene, temmuz ve ağustos ayı boyunca şehrin üstünde, yol kenarında, bir çeşmenin yanında dışarıda yaşadım. Buradaki iki aylık süreç, keyifli geçti. Yine bir hamak almış ve çeşmenin yakınında iki ağaca kurmuştum. Hamakta dinleniyor, plaja gidiyor ve vazolarda semiz yetiştiriyordum. Epey semiz vazosu yapmıştım. Ara sıra çarşıya uğruyor ve kafede beslenme ihtiyacımı karşılıyordum. Semiz, silomuz anlamında bir adlandırmadır. Kafe dışında, Hatay dürümcüsüne de uğruyordum. Mekânın adı, Mehmet Usta idi. Mehmet Usta, hanımı ve çocuklarıyla birlikte işletmeyi yönetiyordu.

YEDİNCİ BÖLÜM

İnsanlar, yaşamları boyunca su kaynaklarının yakınlarına yerleşmeyi tercih etmiştir. Su, hayattır, sözü esasında durumu izah etmeye yeter. Eski insanlar, doğanın içinde, doğaya müdahil olmadan, ilkel yaşam tarzlarını felsefe olarak kurgulamışlardır. Suyun kenarına barınak kurmak, eski insanlar için korkutucudur. Medeni ortamda birçok kişi için tuhaf gelse de, güven, yüksek tepeler olmuştur. Su kaynakları, ihtiyaçların giderilmesinde bir araç olarak görülmüştür. Güneşin aydınlattığı zamanlarda, su kaynaklarına inen Dimara'lı sakinler, tepelerde keyifli bir hayat sürmüşlerdir. Dıştan gelebilecek tehditler, tepe noktalarda güvenli bir alan bırakmıştır. Klasik ifade ile insanlar mağaralarda yaşamıştır. Günümüz medeni ortamında, mağara yaşamı, sıkıntılı bir hayatı ifade edebilir. İnsan mağarada nasıl mutlu olabilir? Bu soru, günümüz insanı için ilk akla gelen ifadedir. Bilakis, iddia konusu dahi olabilir. Fakat medeni ortamı yine kendi medeni ortamı içerisinde değerlendirdiğimizde, ön yargılarımızın normalleşmesi hayret verici değildir.

Doğal hayat vahşidir. Karanlık korkutucudur. Topluluk halinde yaşamak, güven inşa eder. Her yöne açık bir alanda, güvende hissetmek zor olsa gerektir. Tepelerdeki güven, insanların çevreye hâkim bir noktada ikamet ediyor olmasıdır. Bu güven, eski insanlar için yeterli değildir. Fakat tepelerdeki her mağara, tam bir güven oluşturmaktadır. Eski insanları anlamak, zor değil. Dimara'nın güneşi kış aylarında dahi insanların kemiklerini ısıtmayı başarır. Burayı neden tercih ettiler? Su kaynaklarının bol olması, dağ ikliminin elverişliliği, nedenlerden birkaçı olabilir. Yüksek noktaların güven verici kabul edilmesi de olabilir. Güneş, Dimara için bir nimettir. Deniz, insanlar için bir kıyıdır. Deniz güneşi Dimara'nın sırrıdır. Bu sır, Dimara'ya elverişli bağlar ve bahçeler vermiştir.

Dağ meyvesi yenmez. Fakat dağsız deniz olmaz. Bu ikilem Dimara'da bir çözüm oluşturmuştur. Bu çözüm, deniz güneşi bahçesidir. Topluluk halinde yaşayan insanlar, elbette sorunlar yaşamıştır. Sorunlar, insanların sakin bölgelere yönelmesine neden olmuştur. Toplumsal yaşamın handikapları, Dimara'yı gizli bir sığınağa dönüştürmüştür. Belki de Dimara'nın tekerrür eden bir gerçeğidir bu. Az veya çok Dimara'ya bir bakış kazanmış olduk. Bölge, devletinde dikkatini çekmiş olsa gerek, ülkenin en önemli projelerinden birisi, Dimara'yı da içine alan bu bölgede gerçekleşmiştir. Bu esasta, deniz güneşi bahçesi, göz ardı edilmemiştir. Proje, önemli bir mali kaynağı bölgede finanse etmektedir. Ülkenin en büyük ovası, Dimara'nın suyu ile hayat bulacak. Bu da Dimara'nın mali yüzünü gösteriyor. Destine bir projenin kaynaklarıyla ve dağ ikliminin elverişliliği ile ilkellikten, modern yapıya adım attığını görüyoruz.

Bir bölgenin eski taş izleri, modern hayata şekil vermekte zorlanmaz. Dimara'nın güneyi, kitap barı manasına gelen Zengibar ifadesinde şekil buluyor. Zengibar, güneydeki dağın tepesinde antik bir kenttir. Doğuda ise Ermenek kapasite kent olarak yer almaktadır. Ermenek ve Zengibar, güney ve doğu için uç mesafeyi oluşturur. Zengibar, güneyin kütüphanesi ise Ermenek, Orta Anadolu'nun kalbidir. Kalp, her attığında bölge; sırlı, bilinmeyen, fakat bir o kadar da gerçeklerle yüz yüzedir. Bu gerçek, Orta Anadolu'dur.

Güneye inerseniz, ticari bir hayat ve sıcaklık hissedersiniz. Doğuya giderseniz, mistik ve gizemli kapılar aralarsınız. Dimara'nın doğuda ve güneyde kurduğu köprü, medeni bir açıklığa ve kutsallığa doğru yol almaktadır. Zengibar'ın eteğinde, denize uzanan akarsuyun kenarında, Alios, aslında bu yolun ifadesidir. Dahili ve harici güçler, oyun oynamaya devam eder. Oyunu Bizans oynar. Esasında oyun oynayarak öğrenen, çocuktur. Üç taş, beş taş, hadi bir oyun oynayalım! Böylece garanti doğruya ulaşabiliriz. Çocuğun oyun oynayarak çözemeyeceği bulmaca yoktur. Asıl mevzu, düşman dâhili ve harici ise çocuğun bulmacayı çözmesi yeterli olmaz. Yetişkin, gezerek öğrenir. Dâhili ve harici düşmanlar, yetişkinin öğrendiğinden korkar. Gerçek desise, gezerek öğrenilende ayyuka çıkar. Fakat işin özünde, Batı Emperyalizm'i ve Amerikan Kapitalizm'i var ise o zaman düşman uyumaz. Her uyunan dakika, düşmanın lehine dönüşür. Azgınlık, ekonomi ile saldırandadır. Çünkü ekonomik saldırıya kapı aralamak, hoştur. Fakat ekonomik kölelik, hiç hoş değildir. Böyle düşünmek lazımdır. Emperyalist ve kapitalist aklın yaptığı, oyun değildir.

Oyunun kuralları vardır. Oyun oynamak için kuralları bilmek gerekir. Kuralsız oyun, zorbalıktan başka bir şey değildir. Dans ederek insanların parasını cebine indirmek, normal bir dolandırıcılık değildir. Akıl, akıl ile çözülür. Akıl ile mağdur iseniz yine akıl üretmeniz gerekir. Bize bir şey olmaz! Biz çok güçlüyüz! Bu ifadeler, ekonomik bir laf değildir. Emperyalist akıl, her şeyin kendisinin olmasını ister. Kapitalist akıl ise parası ile her şeyi satın almak ister. Esasta, her iki akılda aynı şekilde işler. Birisi sömürgecilik, diğeri de sermaye ile aynı amaca ulaşmayı hedefler. Her ikisi için de akıl, sadece bu iki durumdan ibarettir. Sorun ise aklın, bu iki durumdan ibaret olduğunu zannetmeleridir. Durumu her fark ettiklerinde, azgınlaşırlar.

Fitne, emperyalist akıl için etkili bir enstrümandır. Fitneden başka bir şey düşünemeyen kişi için her fitne, önemli bir kaynak oluşturmaya başlar. Emperyalist sistemin çarkı böyle işler. Hacezatında, ekonominin hiçbir çarkı bu düzene uymaz. Emperyalist akılda durumun farkındadır. Fakat çarkın dönmesi için fitne etkili bir enstrümandır. Para ile birçok şeyi satın alabilirsiniz. Ama para, bazı alanlarda geçersizdir. Yani para ile her şeyi satın alamazsınız ifadesi, para kadar önemli diğer bir gerçektir. Sermayenin gücü elbette yadsınamaz. Fakat sermayenin sırf paradan ibaret olmadığını da bilmek gerekir. Dimara'da toplam dört yapay göl oluşturuldu. Eski taş insanı, yapay gölü sükunet içinde karşıladı. Doğallıktan yapay destinelere adım atmak, bir Dimaralı'ya hiç kolay gelmez. İnsanın doğaya hükmetmesi, eski taş insanı için şaşırtıcıdır. Doğanın dengesini bozmamak gerekir. Desinatörler, doğaya uyum sağlayan projeleri tercih etmelidir. Evdeki hesap, çarşıya uymaz. Dimara insanı, yapılan her yeniliğe adapte olma sorunu yaşamaktadır. Hâlbuki doğru olan, medeni ortamı, her bölgede, kendi hassası ile doğaya uyumlu şekilde tasarlamaktır.

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Biz, eskiden eskiden, su içerdik, testiden. Bu ifade şu an itibariyle aklıma geldi. Şehir veya köy hayatı içinde, eskiden hayat ne güzeldi, ifadesini, herkes, değişik şekillerde kullanır. Maç yapmak için, köyün derme çatma futbol sahasında, her gün takım kurulur ve maç yapılırdı. Bugün itibariyle, her gün bir kulüp kurmaya denk geliyor. Gofretine oynanan voleybol maçlarını da unutmamak, lazımdır. Bir de çocukların mahallede oynadığı elmasına maçları da ekleyebiliriz. Her gün bağda bahçede çalışıp, yaylaya çıkmakta günümüz itibariyle paha biçilmezdir. Eski insanların neden dinç ve dinamik olduğunu tahmin etmek zor değil. Kardeşim, kahvaltı yapacağız. Bakkaldan ekmek getirir misin? Mırın kırın, her gün bakkala ben gidiyorum, diye düşünüp bir bahaneyle bakkala gitmeyi asmaktı, halimiz. Gerçi bu ülkede, sıcakta serada çalışılır mı, her zaman tutmuştur. Serada çalışanların vay haline! Ya da gericilik yapmayalım. Seraya gitmeye ne gerek. Evden çalışalım, tembellik yapmayalım. Her gün serada çalışmak bir türlü tutmamıştır, bu memlekette. Evden çalışalım, esas seracılık olmaya, devam ediyordur. Haklı doğrusu. Eskiden bankaya uğramak için ilçeye gitmek gerekiyordu. Şimdi evden banka şubesi bile açabiliyorsunuz. Velhasıl, biz eskiden eskiden, su içerdik testiden. Testi, suyu soğuk tutar, fakat içtiğiniz zaman sağlığa zarar vermez. Topraktan yapılmıştır, hakeza. Zaman geçti, devran değişti. Biz de değiştik. Değişmeyen tek şey, bir mazeret bulup bakkala gitmemek ya da serada çalışmak yerine evden çalışmak. Bizde ancak bu şekilde kâr edilir. İşin tuhaf tarafı, Fransa'da durumu anlamış olacak ki, neden bu kadar fazla çalışıyoruz, düşüncesi temel gündem durumunda. Fransa, günde üç saat çalışmayı, nasıl kabullenebileceğini düşünüyor.

DOKUZUNCU BÖLÜM

Zamanı anlamak gerekir. Saati bilmek gerekir. Vaktin değerini kavramak gerekir. Kaliteli bir yaşam sürmedim. Fakat çok sıkıntılı da değildim. İnsanlar, nitelikli zamanları, saatleri ve vakitleri hak ediyor. İç muhasebesi, devamlı yapılır. Zamanın akıp gittiği dilimlerde, insan, meşgale duyacak alanlara yöneliyor. Tarihsel olarak düşündüğümüzde, insanlık birçok badirelere maruz kalmıştır. Fakat ağır darbenin hep ekonomiden geldiğini fark ediyoruz. Neden böyle dedim? Çünkü ekonomik insan, aslında gerçekleri daha belirgin yansıtıyor. Elinizde, gazetecilerin not tutması için basit bir uygulama var. Gerçekten faydalı oluyor. Eskiden böyle bir imkân yoktu, bu imkân, not defteri ve kalemle sağlanabiliyordu. Uygulamaların olmadığı dönemde, eminim, gazeteciler böyle yapıyordu. Gazetecilik, devamlı uyanık olmayı ve ayrıntıları kaçırmamayı gerektiriyor. Keyfi de sıkıntısı da bu halden, olsa gerektir. Akla geleni yazmak, elbette, gazeteci hüviyetiniz varsa, hayatın bir parçasıdır.

Ekonomik hayat, insanları, devamlı uyanık olmaya sevk ediyor. Gazeteciliğe benziyor desek, abartmış olmayız. Bu durumu açık eden, tarihtir. Ekonomi tarihi, sıkıntıların özünü izah etmede, etkilidir. Hayat devam ederken, ihtiyaçlar da eksilmiyor. Arz ve talep, ekonomik hayatı doğuruyor. Ekonomi, adeta at yarışı gibi, çekişmelere neden oluyor. Devletler, birbirleriyle rekabete giriyor. Biz gelelim, asıl konuya. Büyük balık, küçük balığı yutar. Hayatın vazgeçilmez gerçeklerinden birisidir. Durum, çeşitli ekonomik varyantları mubah gösteriyor.

Tarihi süreç içinde, sömürgecilik faaliyetlerinin ortaya çıkışı, denizlere hükmetmeye başlanmasıyla olmuştur. Ekonominin sömürgeciliğe dönüşmesi, yeni yerlerin keşfedilmesiyle cereyan etmiştir. Avrupa'da başlayan sömürgeciliğin önderliğini, İspanya ve Portekiz çekmiştir. İki devlette denizcidir. On beşinci yüzyılda, açık denizlere açılan bu devletler, keşfettikleri yerlerin değerli kaynaklarını, kendi ülkelerine taşımıştır.

Sömürgecilik, başka devletlerin hammaddelerini, kendilerine geçirerek veya ucuza mal ederek ortaya çıkmıştır. Peki, sömürülen devletler, duruma itiraz etmemiş midir? Elbette, hiçbir devlet kaynaklarının elden gitmesine göz yummaz. Bilerek ya da bilmeyerek, oyuna gelmiş olabilirler. Konuyu biraz açalım. İspanya örneğini ele alalım. İspanya, koloni şeklinde, keşfettikleri bölgelere yerleşmişlerdir. Belirgin olan, İspanya'nın koloni kurduğu bölgelerde, mecbur kıldığı tek şartın, kendi dillerini yani İspanyolcanın konuşulmasını istemesidir. Böylece ne oluyor? Sömürülen devletler, kendi dillerini unutuyorlar. İspanyolca konuşmaya başlıyorlar. Bir süre sonra sömürge devlet, durumuna düşüyorlar. Etkili bir yöntem. Çünkü, dil hayatın tüm alanlarını ve ekonomiyi kapsıyor.

İngiltere ve Fransa, İspanya ve Portekiz'in sömürgecilikte ileri gitmesi karşısında, harekete geçiyor. İspanya ve Portekiz'in sömürgelerine göz dikiyor. Avrupa'da bu devletler arasında bir mücadele yaşanıyor. Yirminci yüzyıla gelindiğinde, Birinci Dünya Savaşı, sömürgecilik yarışı yüzünden, büyük bir alana yayılıyor.

İngiltere Uzak Doğu'da, Hindistan'da, sömürgecilik yapmaya başlıyor. On sekizinci yüzyılın başında, İngiliz Hint Şirketi kuruluyor. Bu şirketin yaptıkları, sömürgeciliğin önemli kanıtlarından bir diğeridir. Hindistan'daki İngiliz sömürüsü, yakın zamanda, Gandhi'nin önderliğinde son bulmuştur. Gandhi, halkı bir araya toplamış ve bir bölgeden diğer bir bölgeye yürütmüştür. Böylece, sömürgeci İngilizler, tuz kaynaklarından mahrum kalmış ve İngiliz sömürüsü bitmiştir.

ONUNCU BÖLÜM

Coğrafya, hayatı etkiliyor. Suyun akıp gittiği bölgeler için, Mai Kale ibaresini, kullanıyoruz. Anadolu'da böyle iklimler bulmak, zor değil. Ana; dolu, ibaresinin nedenlerinden birisi de sudur. Su bolluk, bereket demektir. Su varsa, zenginlik vardır. Anadolu'nun bu yönü, mai kelimesi ile ifade edilir. Kurak bölgeler için, mai kelimesini kullanamayız. Küresel ısınma, iklimlerin, genleriyle oynamaktadır. Bu konuda, hepimizin duyarlı olması gerekir. Anadolu'nun maviliğinde, şüphe yoktur. Fakat dıştan gelen badireler, birçok sıkıntıya neden olabilmektedir. Aşırı sıcağa maruz kalmak ve soğuktan kaynaklı kuraklık gibi. Ilıman kuşak, sıcak ve soğuktan kaynaklı sıkıntıları, düşünmek zorundadır.

Kale ibaresi için, güvenli yer, tanımlaması yapılır. Güvenliğin unsurlarından biri de coğrafyadır. Coğrafyanın istikrarlı, güvenli yapısı korunmalıdır. Bazı bölgelere barajlar yapılıyor. Bu barajları, doğal dengeye kavuşturmak gerekir. Doğaya yapılan her müdahale, yönetime açıktır. Yönetmediğiniz zaman, doğal denge bozulmuş olur. Doğal dengeyi korumanın yollarından biri, ağaç dikmektir. Yapılan her müdahale, doğal dengeyi düşünmeyi gerektirir. Doğal gaz, petrol ve elektrik gibi kaynaklar yönetilir ve çevreyle uyumlu hale getirilir olmalıdır. Mai Kale, olmak kolay değildir. Dikkat etmemiz gerekir. Bana bir çuval kömür ver, sana oyumu vereyim, sözü, durumu izah ediyor zannedersem.

ON BİRİNCİ BÖLÜM

Ressam, bu tabloyu neden yaptı? Akla ilk gelen soru, herhangi bir bölgeden alınmış bir kare olabileceğidir. Realist bir anlayış. Hayal gücünü kullanarak tasarlamış da olabilir. Sürrealist bir anlayış. Resmin ilk akla getirdiği, normal bir manzara ihtiva ettiğidir. Bazıları için tipik bir ressam çalışması olarak görülebilir. Fakat resimde, küçük şekilde çizilmiş, teknede iki insan figürü, normalite anlayışını değiştiriyor. Neden? Resme, uzun zamandır bakıyorum. Dinlendirici, natürel, bir doğa manzarası olarak görüyordum. İki insan figürü, fikrimi değiştirdi. Fark etmemiş olmama şaşırdım. Küçük bir tekne ve iki insan. Hemen aklıma coğrafi keşifler geldi. Yeni yerler keşfetmek, bundan beş yüz yıl öncesini hatırlatıyor. Çünkü insanlık, bu zamanlarda, tanımadığı birçok farklı coğrafyanın olduğunu fark ediyor. Keşiflerin, gündemde olduğu zamanlar. Doğal bir deniz kıyısı, normalite içeren bir manzarayı anımsattı. Teknedeki iki insan ise tarihi bir perspektif kazandırdı.

ON İKİNCİ BÖLÜM

Soğuk bir mevsimdir, kış. Kar, kışın güzelliklerindendir. İnsanlar, yakacaklarını yaz aylarında hazırlar ve kışın ısınmada kullanır. Kış ayının güzelliklerinden biri, gün ortasında etrafı ısıtan kış güneşidir. Anadolu çok soğuk değildir. Yakacak olarak sıklıkla odun kullanılır. Kömür ve diğer ısıtma yöntemleri de yaygındır. Tecrübelerimden yola çıkarak söylersek, odun bu coğrafyaya daha çok yakışıyor. Elbette kömür ve diğer ısıtma yöntemleri de tercih edilebilir. Asıl söylemek istediğim, odun ağırlıklı ısınmanın daha verimli olduğudur. Odun tüketimi, ormanlarımızı rahatlatıyor. Ormanların verimini artırıyor. Kış güneşi eksik olmuyor. Kömür rezervlerini artırıyor. Soğuk bir iklimde, dağ bölgesinde yaşayan insanlar, odununda, kömüründe değerini biliyor. Odunu çok tüketirsek, doğada biriken odunsu taraflar yok oluyor ve doğal denge öz kimliğine ulaşıyor. Odunlaşmış doğal denge, gereksiz su kaybına da neden oluyor. Doğrusu, ölü doğaya su kaynakları akmamalı, diri doğa su döngüsünü sağlamalıdır. Edindiğim tecrübelerden birisi bu oldu. Sahilde yaşıyordum. Bu sene kışı memlekette geçirdim. Deniz kenarındaki ormanlar, odun tüketimi ile sağlıklı bir yapıya kavuşuyor. Bu durumu fark eden biri olarak paylaşmak istedim. Kış güneşiniz, eksilmesin.

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Yüksek dağların ve doğanın hakim olduğu bir ortamda, ayakta kalabilmek zordur. Dam diye ifade ettiğimiz tepeler, gerçek hayatın timsalidir. Buralarda varlık, yokluk ve zorluk egemendir. Damda olan için farkındalık, damda olmayan için ise bilmek, emek ister. Esasında, her ikisinde de ortak bir yan vardır. Bu ortak ortak yan, emektir.

Dam olan için olmaz ifadesi, damlanın ta kendisidir. Atalarımız, damlaya damlaya göl olur, demişlerdir. Bu minvalde, tasarruf ifadelerinden birisini yakalamış oluyoruz. Peki dam ne demektir? Dağ ise deniz demek, dam ifadesinin tam karşılığıdır. Dağ ile deniz arasında bir bağlantı mevcuttur. Bu bağlantı damla ifadesinde dam, olmaz, diyerek, vermeme şeklindedir.

Yıllardır deniz kenarında yaşıyorum. Memleketim bir dağ yerleşkesidir. Denizinde, dağında kıymetini bilmek gerekir.

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Motor almak istiyorum. Motoru ne yapacaksın? Güzel bir araba al, rahatça kullan! Neden motor? Erkek adam araba kullanmaz, motor kullanır. Neden böyle diyorum? İçine girilen her unsur, müennestir, yani kadındır. Araba içine girilen bir araçtır. O halde araba müennestir. Motor ise müzekkerdir yani erkektir. O vakit neden araba alayım ki? Fransızca dersleri esnasında bu bilgiyi öğrendim. Diğer bir örnekle mevzuyu açalım. Ağaç erkektir, fakat meyve kadındır. Ağacın içine giremezsiniz, meyvenin ise içine girebilirsiniz. Aradaki fark budur, vesselam. Daha önce çalıştığım şehirde kaldı motorum. Şimdi ise memleketimdeyim. Motorsuz kaldım. Hiçbir yere gidemiyorum. Mağdurum yani. Sıfır motorlar epey pahalı. İkinci el bir motor benim için ideal doğrusu. Fırsat insanın ayağına gelir bazen. Fırsatı kaçırmamak gerekir. Kahvede otururken tamirci, elimde bir motor var, dedi. Cüzi bir fiyata verebilirim, diye ekledi. Piyasada birçok motor vardı. Her motor iyi değil, kardeşim. Motora bakmaya karar verdim. Önceki motor tasarımının aynısıydı. Yani tam bir motor. Sadece bakıma ihtiyacı vardı. Bu düşünceler içinde, ilçeye gittik. Noter işlemlerini yaptırarak motoru aldım.

ON BEŞİNCİ BÖLÜM

Artık bir motorum vardı. Memlekette de motor kullanabilirdim. Sahilde aldığım motor, beyaz renkte idi. Memleketteki motor ise erik rengindeydi. Geçen sene, sahile doğru, beyaz motor ile uzun bir yolculuk yaptım. Mola yerlerinde dinlenerek, bir günlük süre zarfında sahile ulaştım. Sabah yola çıktım. Gece boyunca yol aldım. Ertesi günün sabahı, şehri tepeden gören bir noktada, etrafın aydınlanmasını bekledim. Sahile uzanan yol epey dikti. Gece vakti motorla inmek, riskliydi. Tepede sabaha kadar bekledim. Yükseklik korkum var, herhalde! Sanki dağ, sallanıyordu. Uçurumdan düşecek gibi hissediyordum. Aşağı bakmamaya karar verdim. Kamp kilimini yere serdim ve bir süre istirahat ettim. Gün aydınlanınca tepeden inen yoldan deniz kıyısına ulaştım.

Geçen sene bölgenin batı sahilinde çalışıyordum. Daha önce, doğu sahilindeydim. Doğuya gidersen ilerlersin, batıya gidersen gerilersin.

ON ALTINCI BÖLÜM

İnsan, eşyaların ruhu olduğuna inanır. Motor, mekanik bir sistemdir. Fakat, bir dili vardır. Vasıtayı kullanırken durumu, fark edebiliyordum. Bilinçli olarak, motora eziyet ettiklerini fark ettim. Böyle bir şey olur mu, diyebilirsiniz. Gerçekte, var. İnsanların motora eziyet etmesini anlamak zor. Fakat reel olan bir gerçek. Belirttiğimiz gibi, eşyaların bir dili ve ruhu vardır. Böyle kabul etmek zorundayız. Nasıl birbirimizle iyi geçinmek zorunda isek, eşyalarla da iyi geçinmek durumundayız. Doğru ve esemesel olma, bu şekildedir. Eşyaların dili ve ruhu olur mu, diyen bir kişi için, iyi niyet beslemek, epey güçtür.

Kaplumbağa ile tavşanın hikayesini bilirsiniz. Bu hikayede tavşan kendine çok güvenir, nasıl olsa kaplumbağayı geçerim ve yarışı kazanırım, diye düşünür. Bir ağacın gölgesine uzanır. Kaplumbağa ise yarışa devam eder. Tavşan uyandığında ne görse beklersiniz? Kaplumbağa bitiş çizgisine doğru ilerliyor ve yarışı kazanmak üzeredir. Bütün enerjisini kullanarak kaplumbağayı geçmeyi ve yarışmayı kazanmayı düşünür. Nihayetinde kaplumbağa bitiş çizgisine ulaşmayı başarır. Hikayenin görünen yüzü, bu şekildedir. Esasında, kaplumbağa adımını atarken, ne kadar mesafe olduğunu hesap eder, kısa bir mesafe ise adımını atmazmış. Görünürde kaplumbağa yavaş bir canlı iken özünde bir at kadar hızlıdır. Bu hikayeyi neden anlattım? Çünkü, motor, bir kaplumbağa idi.

ON YEDİNCİ BÖLÜM

Hayat devam ediyor. Bu eksende hüzün, tasa ve dert etrafımızı kaplıyor. Çile ile olur, hayat. Çilesiz refah kurulmaz. Ne kadar çok çile çekerseniz, o kadar mutlusunuz, demektir. İçi boş bir keyif, havailikten başka bir şey değildir. Boş teneke misali, tınlayarak geçer ömrümüz. Çilenin oluşması için çalışmalı insan. Çalışanın çilesidir, her şey. Tembellik dahi çalışmayı gerektirir. Bu saptamayı, diğer alanlara da uygulayabilirsiniz. Müreffeh bir devlet nasıl olmalıdır? Çilesiz bir devletten, refah edici uygulamalar, arasanız dahi bulamazsınız. Çünkü bu devletler, boş tenekedir. Her uyguladığı refah politikası, tınlamadan ibaret kalır.
Bir faidedir çoğu zaman hayatı anlatan. Küçük bir kuştur, özgürlük bazen. Çekirdekten meyve ağacı yetiştirmektir, mutluluk. Sabah kalkınca yapacak işleri olmaktır, çile. İnsan önce kendi varlığı ile daimdir. Eldeki çiledir, varlık. Var ise çile, refahtır hayat. Ne yapmaya çalışıyoruz? Boş bir keyif! Kim ister ki böyle olmayı?
Bir adada yalnız kalsanız, yanınıza ne alırdınız? Bir kuş, bir kağıt ve bir kalem. Kuş yalnızlığa ilaç olur. Kağıt ve kalem ise çalışmadır. Kalem yazı yazmanızı sağlar. Kağıt ise boş beyaz bir sayfa verir. İnsan tabiatı gereği yalnızlığa meyyal değildir. Kağıda yazılan her yazı, gelişmedir, refahtır ve mutluluktur. Kağıt, kalem ve kuş size gelişmiş bir toplum ve medeniyet inşa eder.

ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

Zaman, bir nehir misali akıp gider. Kıymetini bilmek gerekir. Bir noktadır. Noktadan sonra devam eden süreçtir. Mutlak doğruya su diyebilmektir. Böyle derken ya olur ya olmaz, diye düşünmektir. Özde ise mutlak doğruya su demektir, zaman. Suyun akıp gitmesine benzetilir. Çile, zaman içinde oluşan dert, tasa ve kaygılardır. İnsanın yaşadığı zorluklardır.
Zaman, devam eden süreçte şekillenmeye başlar. Geçmiş dönemler, aynı zamanda kayıttır. Yaşanmış bütün variyetler, içinde saklıdır. Zamanı, tecrübeler yumağına benzetebiliriz. İnsan birçok konuyu anlamada ve kavramada zorlanır. Zaman tecrübesi çok olanlar, az hataya maruz kalır. Zamanı bir de bu açıdan düşünebiliriz. Süreç kavramı da olayların şekillenmesinde etkilidir. Zamanın içinde olan diğer bir kavramdır. Kalite standartları açısından süreç önemlidir. Zamana olay kavramını da ekleyebiliriz. Geçmiş olaylar tetkik edilirse, fayda oluşturur. Fakat esasda çiledir, refahın ta kendisi. Zevk ve sefadan üretilmez, refah sağlayan ve idame ettiren.

ON DOKUZUNCU BÖLÜM

Bir otobiyografi yazmak istiyorum. Yaklaşık on dört yaşından beridir, çalışmaktayım. İlk ve orta öğretimi, on dokuz yaşında tamamladım. On dört yaşında, evden ayrı olarak eğitim hayatına devam ettim. Beş yıllık yurt sürecinden sonra tekrar eve döndüm. Bir yıl sonra üniversite eğitimine başladım. Bu süreçte dört yıl sürdü.
Eğitim, esasında çok değerli değil. İstendik davranışların edimi, isabetlidir. Fakat üç yaş dönemi, önemlidir. Bu yaşta eğitim, tam anlamıyla çalışıyor. Ağaç, yaşken eğilir. Kartlaşmış ağacı eğmek istesek, ya kırılır ya da zorlamaya dönüşür. Bu yüzden eğitime tabi tutulan bireylerin üç yaşlarına inmek, mantıklı olsa gerektir. Üç yaşında yaşadığım mahallede değilim. Doğduğum mahallenin karşısındaki mahalleye, ev yaparak göç etmişiz. Yani bir bakıma gurbette yaşıyorum. Her ne kadar espri olsa da, her espri de bir gerçeklik vardır.

Aynı bölgedeki mahalleler arasında, farklılıklar mevcuttur. Bütünleşik anlamda belli bir bölge ifade edilse de farklıdır. Bölge üç mahalleden teşekkül eder. Kaldığım mahalle, diğer iki mahallenin ortasındadır. Eskiden, bu kadar zengin değildik. İlerleyen zamanda variyet ve medeni ortam gelişti. Eski yaşantılar anılarda kaldı. Geleneksel evler ara ara bu izleri taşır. Yeni kuşak farklı bir yaşantıya meskendir. İkamet ettiğim mahalle, melez bir özellik taşır. Köyden indim şehire misali. Daha çok, diğer mahallelerden göç almıştır. Bu hikaye, Belen Mahallesi'nden Hıdırlık Mahallesi'ne göçün çilesi ve refahıdır.

YİRMİNCİ BÖLÜM

Birisinin baharatını bir diğerine geçirerek nemalanmak, selamet oluşturmaz. Nimet deniz, olmaz silo, demelidir. Hacezatında, baharat diye bir adlama olmaz. Yemeklerde kullanılan birçok gıda vardır. Bu gıdalara baharat demek doğru değildir. Peki, doğru ifade nedir? Sos ibaresi, baharat diye ifade edilen gıdalar içindir. Sosun meali şu şekildedir. Silo doyarsa, silo demektir. Silonun doymasını ise şöyle ifade edebiliriz. Bazı gıdalar tüketime uygun değildir. Doymuş gıdalar tüketime uygun gıdalardır. Doymamış gıdalar ise tüketime uygun değildir. İktisadi akıl, tüketim unsurunu ve baharat kavramını bu şekilde değerlendirmeyi gerektirir.
Silonun olabilmesi için gıdaların belli süre muhafaza edilir olması gerekir. Muhafaza edilen gıdalar ekşime, kokuşma ve bozulma yapmamalıdır. Aksi takdirde silo demek, mümkün değildir. Ürünleri, belli tekniklerle muhafaza etmek gerekir. Silo nimet, olmaz doymak. Bu minvalde düşündüğümüzde doymuş gıda ve aç gıda ayrımı söz konusudur. Doymuş gıdada dağın doyması ve deniz olması kavramı vardır. Aç gıdada ise mutlak doğrunun kuyruklu hile şekli vardır Öyle ise eseme olma, aç gıdaları tüketim olarak görmeme, sadece inovatif faideler olarak telakki etmedir.

YİRMİNCİ BİRİNCİ BÖLÜM

Seslerin oluşumu ilginçtir. Belli bir uyum içinde, müzik dediğimiz, bütünsellik oluşur. Notalar, bir temsili ifade eder. Do notasında, dağın doyması esası vardır. Diğer notalar da da belli bir mana ve temsil mevcuttur. Dolayısı ile müzik kendine münhasır bir haldir. Mutlaka kendini tamamlar. Bunu başkasının söylemi veya ifadesi olarak almaz. Residal kitabı, bu konuda, birkaç beyan oluşturmak için yazılmıştır. Re notası, güneş meyvesi demektir. Mi notası, deniz nimeti anlamındadır. Fa ise müziğin mutlak doğru olduğunu belirtir. Sol, müzikte anahtardır. Tüm eserler, sol anahtarı ile başlar. Manası, silo doymuş, olmaz şeklindedir. La notası, tamamen olmaz, ifadesidir. Müziğin kendine münhasır olduğunu gösterir. Son nota ise si notasıdır. Silo nimeti ibaresi ile ifade edilir.
Bu şekilde müziksel bir dil oluşturabilir miyiz? Bence mümkün. Bu konuda epeydir çalışıyorum. Zengin bir kelime dağarcığına ulaştım. Bu fikir, hiyeroglif yazısının mantığına yakın şekilde oluştu. Bildiğimiz üzere hiyeroglif, resim yazısıdır. Notaları resimsel bir temsil olarak aldığımızda, büyük bir lugate ulaşıyoruz. Müzik gibi kendini tamamlayan bir dil.

YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM

Lisan ile dil arasındaki temel fark nedir? Dil doğru bir ifade iken lisan, ya olur ya olmazdır. Bu yüzden, dil çalışmalarına önem vermelidir. Lisan gibi düşünmemek gerekir.

Notalarla kurduğum diyalog, yeni bir dil doğurdu. Alfabede bir çok harf vardır. Fakat notalarda geçen harfler bellidir. Diğer harfleri kullanmamak gerekir. Ancak böyle yaparsak, özgün bir dile kavuşabiliriz. Latin harflerini kullanmak, sorun teşkil etmez. Harflere, farklı sembollerde verebiliriz. Yaygın olanı kullanmak, isabetli bir karar olur.
Amacımız, yetmiş bin kelimeye varan büyük bir lügate ulaşmaktır. Mevcut dillerde gramere uyan kelimeler, aynen sözlüğe dahil edilmelidir. Dil, medeniyetin gelişimine katkı sunar. Bu yüzden hassas bir konudur. Lugat, mantıklı karardır.

YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Notalarda oluşan alfabe, kelime zenginliği sunuyor. Dolayısı ile her hece bir anlama denk geliyor. Bu durumu üç misal ile açıklayalım. Sa, Ra ve Ma gibi. Sa, zaman; ma, su ve ra ise güneş anlamındadır. Heceleri birleştirdiğimizde, sara örneğini verirsek zaman güneşi anlamı oluşmaktadır. Samara dersek ise zaman suyu güneşi meali oluşur. Samara, Abbasiler'in Türk askerleri için kurduğu şehrin adı idi. Bağdat yakınlarındaki bu şehir, tarihin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Efes şehride misal olarak verilir ise şu mana oluşur. Meyve, müzik meyvesi silosudur. Efes ve Samara misali konuya açıklık getirdi. Bir örnek daha gerekirse, Amasra'yı belirtebiliriz. Peki, Amasra anlamı nasıl oluşuyor. A'ya mutlak doğru dersek, A, su silosu yani mas, ra ise güneştir. Bütün bu enformasyonu toplar isek şu sonuç çıkar: Mutlak doğru; su silosu ve güneştir. Böylece Amasra'nın anlamı ari oldu.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

İlim, yeni lügate uyan bir laftır. Eş anlam taşıyan bilim ise uymayan bir laftır. İlim tam bir ifade iken bilim, yarım bir ifadedir. Eş anlamlı, böyle beyanlara rastlamaktayız. İlim kendi içinde bir bütünlük iken; bilim, bu bütünlüğü bozmaktadır. Yeni lugat bu durumun farkındadır. Durum bir eleştiri olarak algılanmamalıdır. Zenginlik olarak ifade etsek daha doğru olur. Zenginliği en üst seviyeye çıkarmak doğru değil. Zenginden önemli dindar ve güzel vardır. Avrupa toplumunda ve Antikçağ'da durum açıktır. Zenginlik Avrupa'da Yeniçağ ile gündeme geldi. Burjuva sınıfı dersek, anlaşılır zannedersem. Selamet açısından ise ehemmiyet alanı, fakirleşme kavramıdır. Fakir diye bir durum yoktur. Fakirleşme diye bir durum ise aridir. İslam olan fakirleşmemeyi esas almalıdır. Yeni lugate bu açıdan bakmak gerekir.

Hertan Yayınevi 
We use cookies to enable the proper functioning and security of our website, and to offer you the best possible user experience.

Advanced settings

You can customize your cookie preferences here. Enable or disable the following categories and save your selection.

The essential cookies are essential for the safe and correct operation of our website and the registration process.
Functional cookies remember your preferences for our website and enable its customization.
Performance cookies monitor the performance of our website.
Marketing cookies allow us to measure and analyze the performance of our website.